16 Eylül 2012 Pazar

Kıbrıs

Balkanlar 8 ülke gezi notları 2. bölüm (Hırvatistan/Bosna Hersek/SırbistanKosova)



Balkanlar 8 Ülke gezi Notlarım 2. Bölüm ( Hırvatistan - Bosna Hersek - Sırbistan - Kosova /Dönüş Kuzey Makedonya - Yunanistan - Türkiye )

21.08.2012

Dubrovnik’e tepeden bakabileceğimiz bir noktada durup şehri teleskopla şöyle bir gözden geçirirken arkamızdan "06 Ankara ne işiniz var burda?" sesiyle kendimize geldik. Baykal Koç arkadaşımızın dostu avukat Kutluay Ceyhan ailesiyle birlikte Dubrovnik'ten ayrılıyordu. Bize kaldıkları yerden memnun olduklarını söylediler ve tarif etmeye çalıştılar ama cadde sokak adları yabancı olunca akılda pek kalmıyor işin doğrusu.

 Dubrovnik'e girişte yokuşun hemen başında, sağda hayli dar bir yolda olduğunu söyledikleri sobeyi ararken sokağın başında yaşlı bir amca (Deli Dumrul diyeceğim, nedenini az sonra anlatacağım) bizi durdurup sobesini gösterdi. 2 oda, zeminde, klimalı, çamaşır makineli, uydu TVli hayli konforlu bu sobe için gecesine 120 Euro istedi. Ankara'dayken booking.com'dan gecesini 70 Euro'ya ayarladığım Villa Kovic aklımdaydı. Ama yine de Kutluay Bey'in bahsetttiği sobeyi görmek istiyordum. Arabayı öylesine zor park etmiştim ki çıkarmadan oralarda şöyle bir dolaşmak isteğimi amcaya anlattım ama Deli Dumrul "no sleeping, no parking" deyip bizi o dar sokaktan çıkardı. Kısacası sokağın ötesini göremedik. 
Seher küskün ve sessiz Villa Kovic'i tarif ediyordu. Dubrovnik Liman'dan Split yoluna döndük. Yorulmuştuk.  Küçük bir mola için limandaki alışveriş merkezinin karşısında (adı Kozmo) ufak bir park yerinde durduk. Karşımızda Otel Dubleji vardı. Merak bu ya, gidip bakalım dedik ve gerçekten samimi bir anne-kızın işlettiği, temiz, sessiz, şık bir otel bulduk kendimize. Uzun bir pazarlıktan sonra, ki Dubrovnik'te pazarlık yapmanızı kesinlikle öneririm, 100 Euro dedikleri odayı 75 Euro'ya tuttuk. 2 gece kalabileceğimizi söyleyince 70 Euro'ya indirdik. Odamız mutfağı, 2 odası, TVsi, tertemiz yatakları ve buzdolabıyla tam istediğimiz gibiydi. Market de yakındı. Hem bayanın 13 yaşındaki kızı Nikolina İngilizce de biliyordu. Kör ister bir göz durumu yani. Çocukların yüzmek istediğini biliyordum. Hemen mayoları giyip Nikolina'nın tarif ettiği Banje Plajı'na doğru yola çıktık. Saat 15:00, 143.603 km'deyiz. Plaj Dubrovnik Kalesi'ni geçince. Banje Plajına inmek için arabayı yukarıdaki otoparka bıraktık ama alışık olduğumuz otopark görevlisi yoktu. Parkmatik için sadece 5 kunamız vardı. Bu şehirde park yerleri zone (bölge) olarak sınıflandırılmış. 1. zone 20 ya da 30 kuna (saat ücreti). 2. bölge 10 kuna, 3. bölge de 5 kuna. Yalnız parkmatikler sıkı denetleniyor unutmayın. Plaja 163 merdivenle iniliyor. Biliyorum çünkü eşim aynı günde 3 kere aynı merdivenleri çıktı. Bir saatlik ücret ödediğimiz için tedirgindik. Saati geçirirsek cezası günlük 12 Euro imiş. Hayli ciks görünen plajda önce paramızı bozdurmak istedik ama kafedekiler hiç yardımcı olmadı. Biz de 200 cc.lik kolaya 20 kuna vererek parayı bozdurabildik. Plaj tamamen çakıl. Deniz soğuk. 2 şezlong 1 şemsiye 90 kuna. Güneşi batırdık tabi. Otele giderken markete uğrayıp 70 kunaya makarna, ton balığı, domates, biber, sarmısaklı peynir ve ayranımsı yoğurt (ya da yoğurdumsu ayran) aldık. Odamızda akşam yemeğimizi yedikten sonra çocuklar yorgunluktan sızdı. Anahtarı ve telefonu kızıma bırakıp eşimle şehre indik. Arabayı tepedeki kapalı otoparka saati 20 kunadan bırakarak parkın içindeki dehlize benzer merdivenlerden kaleye doğru inmeye başladık. Yol öylesine karışıktı ki geçtiğimiz heryeri bir şekilde aklımızda tutmaya çalıştık. Başarılı da olduk aslında. Çıkarken hiç sorun yaşamadık. Dubrovnik Kale gerçekten anlatılanlar kadar varmış. Bu kadar çok eser, çeşmeler, kiliseler, taş binalar, yürüdüğümüz o taş yol, heykeller öylesine gününü yansıtıyordu ki ara sokaklardan atlı askerler krallarının liderliğinde fırlayıverecekmiş gibiydi. İstanbul ya da Antalya'yı düşündüm. Öylesine zengin bir kaynağımız var ki. Ama ne yazık ki kullanamıyoruz. Hırvatistan bu anlamda tebriği ve her övgüyü hak ediyor. Her sokağını, her binayı gezmek istiyorduk. Yolun sonunda binaların arasından limana çıktık. Gece ışıklarıyla muhteşemdi. Her yanı saran balık kokusu, yandaki kafeden gelen caz müziği nağmeleri, her milletten insan, mistik bir ortam... Otele dönerken o harika doygunluk duygusunu taşıyorduk. Şehirdeki turistlerin büyük bir kısmı otobüs kullanıyor. Bence en akıllıcası da bu. Ama çocuklar yalnız, biz bu lüksü kullanamadık. 1 numaralı otobüs bizi otelimizin önüne götürürdü yoksa.

22.08 2012

Sabah markete gidip yumurta ve ekmek aldık. Yumurtayı tek vermiyorlar, 10luk aldık. Aslında ekmeği de tek vermiyorlar, yani alışık değiller, yarısını kestirip aldığımda bile gözleri şöyle bir belerdi. Market çalışanları Rus ajanları gibi. Zaten koca markette 3-4 çalışan var. Herkes her işi yapıyor. İşini bitirinceye kadar da size bakmıyor. 5 yumurta, peynir, zeytin, domatesten oluşan kahvaltımızı yaptık. Bir gün öncesinden ders alarak yanımıza nevalemizi de aldık: sandviç ekmeklerine peynir, nutella sürdük. Kola ve kraker de aldık. Soğuk suyumuzu da buzdolabımıza koyduktan sonra başka bir plaj denemek üzere yola çıktık. Lapad bölgesindeki Lapad plajına gitti bizim araba. Parkmatik aradık ama yoktu. Meğer burası halk plajıymış. Plaja büyük bir parkın içinden geçerek girdik. İnsanlar havlularını sermiş ağaç altlarında dinleniyordu. Biz yine şezlong ve şemsiye için 90 kuna ödeyerek yerleştik. Gerçi size pazarlık yapın dedim ama biz yapmadık. Sonradan gelen genç bir çift aynı şeylere 60 kunaya anlaştı. Bu plajı kesinlikle tavsiye ediyorum. Öncelikle duş ücretsiz ve öyle 1 dakika akan duşlardan değil. Şampuanla duş alanlar bile vardı.Tuvalet ücretsiz ve temiz. Kafedeki fiyatlar makul. Deniz kum ve ılık. Akşama kadar burada kaldık. Çıkarken de 1 gün daha kalıp bu plaja tekrar gelsek mi diye düşünmedim desem yalan olur.
Akşam yemeğini yine odamızda yedik. Sabahtan kalan 5 yumurtayla kocaman bir menemen yaptım. Çocuklar sucuk sayıklıyordu ama alamadım çünkü herşeyde domuz eti var ve dehşet ağır kokuyor. Et yemediğimiz tek ülke Hırvatistan oldu yani. Gerçi acısını sonradan çıkardık. O akşam çocukları da alıp yine kaleye indik. Gecenin geç saatlerine kadar kaldık. Meydandaki kilisenin merdivenlerine oturup müzik dinledik. dondurma yedik (1 topu 1 Euro ama top da top hani). Boşalan su şişelerini akan çeşmelerden doldurduk. Gezdiğimiz hiçbir ülkede, biri hariç, güvenlik sorunu yaşamadık. Bu da ilginç ve inanılması zor bir nokta benim için. Dubrovnik için söyleyebileceğim tek negatif şey pahalı olması. Hak vermiyor değilim, ne de olsa dünya çapında bir turizm merkezi. (Yine de benzin Türkiye'den ucuz!) Otelimize yorgun adımlarla gelip hemen uyuduk. Sabah rotamız Bosna Hersek. 

23.08.2012

Otel için 140 Euro ödedik. Nikolina ve annesine veda ettik, oğluma hediye bile verdiler. Kibar ve neşeli insanlar. Hırvatistan'da 100 Euro bozdurduk, otel ücreti hariç. Hepsini bitirdik.
143.745 km. ile Hırvatistan-Bosna Hersek sınır kapısına vardık.



















































Hırvatistan'dan çıkmadan önce Neredva Nehri'ni geçmeden hemen önce Medkovic'ten benzinimizi doldurduk. Saat 13.20, kilometre 143.789. Dolani sınır kapısından çıkışımız 14.31 ancak Bosna Hersek için bir sınır kapısı bulamadan kendimizi bu ülkede bulduk.
Saray Bosna


Mostar köprüsü en çok görmek istediğimiz yerlerden biriydi. Ayrıca iki gündür yumurta-peynir-sebze yediğimiz için şöyle güzel bir çay içip et de yemek istiyorduk. Buralar artık bizim kültüre daha yakın. Yol üstünde Poçitelli adlı bir yerleşim yerinde durduk. Yol kenarında DEMLEME ÇAY içebileceğimiz bir kahve bulduk. Önce küçük turistik mekanlardan magnet ve arkadaşımız Cem için bir hediye aldık ve kahveye oturduk. Ohhhhh! Çayı gerçekten özlemişiz. Biraz dinlendikten sonra yukarıdaki camiye ve kaleye tırmanmaya başladık. Patikavari ama kaygan taşlarla döşenmiş yol çocukları oldukça yordu ama yukarıdan yemyeşil ağaçları, aynı koyu yeşil renkteki nehri seyretmek değdi doğrusu.







Hedef Mostar, oradan Saraybosna. Acele etmemiz lazım. Mostar'a giderken yolda gördüğümüz üzüm bağları muhteşemdi. Her ne kadar eşim durup hiç olmazsa bir salkım koparmak istese de durmadım, neme lazım yaban eller.....
Mostar'a saat 15.30'da 143.833 km. ile ulaştık. Burası gerçekten görülmesi gereken bir bölge.
Türk olduğumuzu anlayan Malezyalı turistler pek mutlu oldu ve fotoğraf istedi.

Mostar Çarşısı tipik bir turistik mekan olmuş. Her yer hatıra eşya satan dükkanlarla dolu. Bayram olduğu için de bir hayli kalabalık. Çok fazla gezmeden merak içinde köprüye vardık. Yine kaygan taşlarla döşenmiş bir yolda yürümek zorunda kaldık. Hikayesini bildiğimiz köprü sanki yaşadığı tüm kötü anıları unutup geleceğe umutla bakan gülen gözlermişçesine orada öyle duruyordu.




Yukarıdaki fotoğrafı alabilmek için sıra beklediğimi söylesem inanır mısınız?

Karnımız acıktı. Çocuklara uzun süredir ballandıra ballandıra anlattığım CEVAP CİCİ yemek istiyordum. Muhteşem bir manzara eşliğinde serin bir restoran bulduk. Etrafımız Türk doluydu. Sanki Antalya Kaleiçi gibi.



CEVAP CİCİ ya da CEVAPİ bu yörenin en özel et yemeği. Dağlarda yaylayan hayvanların taze etinden yapılan köfteler bol kepçe sunuluyor. Goralı ekmeğine benzer bir ekmeğin içinde servis ediliyor. Yanında kuru soğan doğranmış ve en önemlisi taze orijinal kaymakla yeniyor. Gerçi domates çorbası ve Grek salata da aldık ama köfte hepsinin önüne geçti.


Çok sıcak bir yaz günü su ne kadar soğuk olabilir ki deyip giriverdik nehre ama Eren'in yüzüne baktığınızda ne kadar soğuk olabileceğini tahmin edersiniz. Nehrin debisi öylesine yoğun ki azıcık ilerlesek akıntı alır götürür bizi. Yine de mayolarıyla buzzz gibi suda yüzen insanlar da vardı.
Köprünün yüksekliği 24 metre, aşağıda deli gibi akan buz gibi bir nehir Neretva.... Her ne kadar tüyleri diken diken etse de bu birleşim yöre insanına gelir kaynağı olmuş. Yeteri kadar bahşiş alan genç adamlar bu suya bırakıveriyorlar kendilerini çığlıklar ve alkışlar eşliğinde.
Cevapi'nin üzerine güzel bir Türk kahvesi içmek iyi olur. Alışveriş yapıp yorulduk da.


Gezdiğimiz her yerde yöre tatlarını denemeye çalışırım. Mostar'da da incir tatlısı denedim. Hayli ağır bir tatlı ama lezzetli.

Koski Mehmet Paşa Camisinin içinden aldığım bu fotoğraf gün batmaya yakın köprüyü gösteriyor. Ama daha önce caminin avlusunda gördüğüm İtalyan turistlerden bahsetmek isterim. Avluda akan çeşmeden su içilebildiğini, hem de ücretsiz olduğunu duyduklarında çıkardıkları hayret sesleri gerçekten duyulmaya değerdi. Sokak satıcılarından aldığımız kara eriği yıkayıp yiyerek gezmeye devam ettik. Çıkarken de merdivenlerin ortasında, sağdaki dükkandan şaraplarımızı aldık. Bu kadar üzüm bağının bir anısı olmalı. Saat 20.38. Hediyelere 25, yemeğe 25, şarap için 25, kahve, meyve suyu, su gibi ufak tefek şeyler için de 23 Euro harcayıp Mostar'dan ayrıldık. Tavsiyem Dubrovnik'ten erken çıkıp Mostar-Saraybosna yolunu aydınlıkta geçmeniz. Yolda nehir kenarında bolca tesis var. Manzara elbette muhteşem. Yalnız hız sınırına uyun.
Saraybosna'ya vardığımızda saat 11.00 olmuştu. Daha önce bloglardan okuyup yer ayırttığım Mirsad Bey Konağı'nı bulmam biraz zaman aldı. Evin Türkçe konuşan tek kızı (çok özür dilerim kendisinden adını unuttum) telefonla bizi yönlendirdi de çok zaman harcamak zorunda kalmadık. Telefonda ücretin kişi başı 15 Euro olduğunu söylediğinde öyle ahım şahım bir yer olmayabileceğini düşünerek eve vardık. Konak aslında bir apartman. Giriş katta ailenin kendisi kalıyor. Diğer katta odalar var. Odalara girebilmek için ayakkabılarımızı koridorda çıkardık. Halıyla döşenmiş koridorun sağında ve solundaki iki odayı bize ayırmışlar. Ortalama bir yer beklerken karşımıza 5 yıldızlı otel kalitesinde tertemiz bir ev çıktı. Aile işlettiği için de bir o kadar sıcak ve güvenliydi. Varışımızda bizi kapıda karşılayan 2 yaşındaki Ayna uyku saati filan dinlemeyip çocuklarla oynamaya başladı.
Yorgun olduğumuzu söyleyince çay teklif ettiler. Duşumuzu alıp bir üst kata çıktık. Aslında sadece demleme çay yeterdi ama ev yapımı kek, tatlı ikramiye gibi oldu.

Ayna habire yere yatıyor biz de onunla kendi oyununu oynuyoruz. Sonra annesi (tamamen body language kullanarak) meğerse Ayna'nın namaz kılmaya çalıştığını söyleyince şaşırdık tabi.
Sabah uyandığımızda balkondan gördüğümüz manzara buydu. Kahvaltı yapmak istediğimiz saati akşamdan öğrenen ev sahiplerimiz hazırlıklarını tam yapmıştı. Yukarıya çıktığımızda karşımıza mükellef bir sofra çıktı. Ev yapımı reçel, pekmez, kaymak, peynir yanında isterseniz kutulu et tarzı yiyecekler ve çay. Güne muhteşem başladık.
Gezeceğimiz yerleri yine Türkçe konuşan kızımızdan öğrenip yola revan olduk. Aslında Saraybosna deyince aklıma savaştan çıkmış gri bir şehir geliyordu ama gördüğüm yollar, binalar tam aksini söylüyordu.

Tuzla burada da varmış.
Önce Ilıca'ya gittik. Yemyeşil kocaman bir bahçe gördük önce. Aileler çocuklarıyla yollarda yürüyor. Termal sudan yararlanmak isteyen iç-dış turistlerin tercihi kocaman bir semt gibi burası.
Görmemiz gereken yerlerin ancak at arabasıyla ulaşılacağını söylediler. İngilizce konuşan birini bulamadığımız için yine vücut dili girdi işe. 7.5 Euro karşılığında gezimize başladık. Ortalama 15 dakika turun keyfini çıkardık.

Bir takvim sayfasında görebileceğim şu manzara muhteşemdi. Ağaçlarda sincaplar dolaşıyordu. At arabasının şoförü sıcakkanlı, konuşkan bir adamdı ama ne yazık ki aynı dili konuşmuyorduk. Dönüşte bizi alacağını anlatmaya çalışıyordu. Meğer biz o şekilde yorumlamışız. Atpark'a döndüğümüzde aynı amcayı bulamadık biz de başka bir at arabasına bindik. Merkeze döndüğümüzde bu şoför bizden yine ücret istedi. Verdiğimizi söyledik ama o ücretin sadece gidiş için olduğunu söyledi. Bir 7.5 Euro daha bayıldık kısacası.
Yolun sonunda ulaştığımız manzara nefesimizi kesti diyebilirim. Yine her yer yemyeşil, temiz, sakin.Bir saate yakın bir zaman geçirip

Şehirde trafik kalabalık ama raylı sistem sayesinde tıkanmalar yaşanmıyor. Aklımıza İstanbul trafiği geldi. Bu şekilde çözülür mü acaba?

Tarihi bina ve köprüleri geçerek Başçarşı'ya doğru gidiyoruz.

Binalarda hala kurşun delikleri var. Şehir sanki "neler çektiğimi unutmayın" der gibi.
Arabayı bir ara sokağa parkedip yürümeye başladık. Günlerden Cuma.






Başçarşı yine hediyelik eşya dükkanlarıyla dolu. Özellikle de bakır var.
Acıkınca yine cevapi yemeye karar verdik. Yanına da salata istedik. İnce kıyılmış beyaz lahana salatası beklediğimden güzeldi. 2 cevapi, 1 biftek, 1 ekstra kaymak, 4 yoğurt ve 2 su için toplam 17.5 Euro ödedik. Ardından içtiğim kahve ve soda içinse 1.25 Euro.
Tabi yine üzerine kahvemi içtim. Yalnız burada kahveyi sade yapıp şekeri yanında getiriyorlar. Kıtlama usulü içiliyor sanırım kahve burada.
Sonraki hedefimiz Tünel oldu. Savaş sırasında kaçmak için kullanılan bu tüneli bulmak zamanımızı aldı aslında.
Tünel şehrin dışında bir köyde ufacık bir evin altında. Giriş ücreti kişi başı 5 Euro. Oğluma ücret ödemedik. Bu tünelin hikayesini çocuklara anlatmıştım kabataslak. Tünele girmek için sabırsızlanıyorduk ama önce bir video film izlememiz gerektiğini söylediler. 10 dakika boyunca izlediğimiz görüntülerden sonra oğlum "niye bu filmi izledik" dediğinde aslında gördüğümüz herşeyin gerçek olduğunu, binaların gerçekten bombalandığını, silahların gerçek kurşun sıktığını, yangınların gerçek olduğunu uygun bir dille anlatmaya çalıştım ama ben bile dehşete düşmüştüm, çocuk ne yapsın.


Tünelin sadece 25 metrelik kısmı geçilebiliyor. Gerçi bu bile yeterli hangi şartlarda insanların neler yaşadığını anlamaya.







Saraybosna'dan çıkışımız 17.30'u buldu. Kilometre 143.998. Sırbistan Novi Pazar'da kalacağız bu gece. Sınıra kadar Lim Nehri sağımızdan bizi takip etti. Solumuzda dağlar. Sınırdaki Visegrad'a varıncaya kadar en az 50 tünelden geçtik.